Eceabat, tıpkı bir masalın kapılarını aralayan bir cennet. Yürüdüğünüz sokaklar, her köşede bir tarih fısıldıyor. Gözlerinizi kapatın ve hayal edin: rüzgar, geçmişin izlerini taşıyor, deniz ise her anı yeniden yaşatıyor.
Burası, yalnızca bir park değil; tarih sayfalarının yeniden açıldığı bir sergi alanı. Her adımda, geçmişin savaşlarının yankılarını duyabiliyorsunuz. Anzak Koyu’na geldiğinizde, denizin sakin sularında kaybolmuş hikayeleri hissediyorsunuz. Dalgalar, kahramanların isimlerini anımsatıyor gibi.
Kilitbahir Kalesi, tarih kitaplarının arasında kaybolmuş bir mücevher gibi. Üzerinde yürürken, sanki zamanın gerisinde kalmış bir yüzyıla adım atıyorsunuz. Kale surlarının üstünde durup etrafa bakarken, “İşte burası, geçmişin gözbebeği!” diyorsunuz.
Bu anıtta, sessiz bir saygı duruşuyla karşılaşıyorsunuz. Yüreğinizi saran hüzün, burada size eşlik ediyor. “Neden buradayız?” sorusu zihninizde dolaşırken, ruhunuzu derin bir anlam sarıyor.
Kabatepe’ye adım attığınızda, savaşın soğuk yüzüyle karşılaşıyorsunuz. Her bir savaş malzemesi, sanki geçmişten günümüze uzanan bir el gibi. Burada kaybolmak, savaşın anlatmadığı hikayeleri dinlemek demek.
Anzac Koyu, doğal güzellikleri ve duygusal derinliği ile sizi kendine çekiyor. Denizin maviliğinde kaybolurken, geçmişin izleri suyun yüzeyinde dans ediyor. Bu koy, sadece bir yer değil, duyguların harmanlandığı bir cennet.
“Dur Yolcu” anıtı, karşınızda dimdik duruyor. Geçmişin haykırışları arasında kaybolmuş bir hikaye gibi. Zamanın burada durduğunu hissediyorsunuz; geçmişle gelecek arasında bir köprü.