Bir ülke düşünün ki her köşesi bir tuvale sığmayacak kadar geniş, her hikâyesi dilden dile taşınacak kadar derin. Türkiye’nin saklı köşeleri, yıllar boyu yalnızca doğanın değil, sanatın da en güzel mabetlerinden biri oldu. İşte, ünlü sanatçılara ilham veren, onların yürek tellerini titreten, sizi de o büyülü atmosferine davet eden yerler…
Datça’da zaman, kıvrılan bir yolda duraklar. Berrak deniziyle, zeytin kokan havasıyla adeta fısıldar: “Gel, burada kaybol.” Can Yücel’in kalemini, Knidos Antik Kenti’nin sessiz taşlarını seyrederken bulabilirsiniz. Bir şiir doğar orada. Öyle bir yer ki, maviyle yeşil arasında nefes almayı yeniden öğrenirsiniz. Burası sadece görmek için değil, hissetmek için var.
Kapadokya’da gökyüzü, sabahın ilk ışıklarıyla yumuşacık bir dokunuşa dönüşür. Göğe salınan balonlar, toprakla bulut arasına incecik bir köprü kurar. Peri bacalarının arasında yürürken, her bir taşın bin yıllık hikâyesini duyarsınız sanki. Yaşar Kemal’in romanlarına, Ara Güler’in efsane karelerine nasıl ilham verdiğini görmek için uzaklara bakmanıza gerek yok. Sadece gözlerinizi kapatıp rüzgârı dinleyin.
Mardin’in taşları konuşur. Gün batımında kızıl bir örtüyle sarındığında, kadim bir ninnidir duyduğunuz. Abidin Dino, bu sokaklarda taşların ruhunu resimlerine kazımıştır. Taş işçiliği, öyle güzel ve öyle kibar ki, zaman burada nazikçe akıyor gibi hissedersiniz. Gökyüzünden taşlara yansıyan o turuncu ışık sizi kendinizden alır. O an, sadece orada olmak bile yetmez mi?
Fatih Sultan Mehmet’in Amasra’yı gördüğünde kalbinden geçenleri anlamak zor değil: “Çeşm-i Cihan bu mu ola?” dediği an, bu sahil kasabası çoktan bir şiirin ilk dizesi olmuştu. Karadeniz’in dalgaları kıyılara vurdukça, doğanın notalarını duyarsınız. Amasra, yalnızca deniziyle değil, o sıcacık atmosferiyle de sarıp sarmalar sizi. Ruhunuz burada biraz daha hafif hissedecek, kim bilir, belki yeni bir şiir yazdıracak.
Ege’nin masal adası, Bozcaada… Rüzgârı sert, ruhu yumuşacık bu ada, her köşesiyle sanatı yaşar. Kendi halinde sokaklar, boyası dökülmüş eski ahşap kapılar, mor salkımlı avlular… Ada şarabından bir yudum alırken Homeros’un dizelerine dalarsınız. Burada her şey, bir şey anlatıyor. Siz de dinleyin. Ve bırakın ada, size biraz daha kendinizden bahsetsin.
Şirince’nin sokakları, eski bir mektup gibi… Kimin yazdığı belli olmayan ama her kelimesi tanıdık bir mektup. Zaman durmuş, evler sabırla bekliyor. Meyve kokuları arasında yürürken, Sezen Aksu’nun burada zaman geçirip şarkılarına ilham bulduğunu bilmek pek de şaşırtmıyor insanı. Hayal kurmak için daha uygun bir köşe var mı acaba?
Safranbolu’nun sokaklarında adım attığınızda, adeta eski bir Türk filminin setindesiniz. Ahşap konaklar, gıcırdayan kapılar… Bu şehir, sadece bakmak için değil, eskiyi özlemek için var. Çocukluk anılarınız, hiç bilmediğiniz bir evin verandasında canlanabilir. Safranbolu’nun dokusu, yüreğinize ince ince işler.
Dünya birincisi ressam kimdir?
Ah, sanatın birincisi mi olurmuş? Renklerin, hayallerin yarıştığı bir dünya düşün. Da Vinci mi dersin, Van Gogh mu, Picasso mu? Her biri kendi hikâyesinde birinci. Ama unutma, sanatın krallığında taç, duyguları en iyi anlatanın başına takılır. O yüzden, belki de dünya birincisi, senin en sevdiğin ressamdır.
Dünyaca ünlü sanatçılar kimlerdir?
Bir salona giriyorsun, duvarlarda Monet’nin nilüferleri, Michelangelo’nun tanrıya uzanan eli... Masada Frida Kahlo çiçekli tacıyla oturmuş, Salvador Dalí'nin bıyığı havada. Da Vinci, köşede Mona Lisa’ya göz kırpıyor. İşte o odada kim varsa, dünyaca ünlü sanatçı odur. Ve evet, senin hayal gücün de bu listeye dâhil.
En büyük ressam kimdir?
“Büyük” dedin ya, işte o kelime ne tuhaf! Büyüklük bir fırça darbesine mi sığar, bir tuvale mi? Belki Van Gogh’un yıldızlı gecelerinde saklıdır, belki Michelangelo’nun devasa tavanında. Ya da küçücük bir çocuk, pastel boyalarla yaptığı resimde hissettirmiştir bu büyüklüğü. Sanatta büyüklük, bakan gözlerin genişliğine bağlıdır, unutma.
En iyi Türk ressamı kimdir?
Osman Hamdi Bey’in Kaplumbağa Terbiyecisi’nin sabrında mı ararsın “en iyi”yi? Fikret Mualla’nın renkli Paris sokaklarında mı? Belki de Halil Paşa’nın fırça darbelerinde. Türk ressamlar, bir halkın hikâyesini renklere döker. Ve “en iyi”yi seçmek zor; çünkü her biri ayrı bir ülke kurmuş sanatında.
Dünyanın en ünlü tablosu hangisi?
Hadi tahmin et! Gülümseyen bir kadın... Mona Lisa tabii ki. Ama unutma, bu ün, onun büyüsünden gelir. O yüz, yıllarca sorgulanır, gözleriyle seni takip eder. Belki de "en ünlü" olduğu için değil, en çok konuşulduğu için kazandı bu tahtı.
Türkiye'de ilk Türk ressam kimdir?
İlklerin büyüsü başka... Osman Hamdi Bey’i anmadan geçmek olmaz. Sadece ressam değil, aynı zamanda bir arkeolog, bir bilge. Fırçanın ucuna bir halkın kültürünü, geçmişini, hatta geleceğini sığdırabilmiş. İşte “ilk” böyle olur; derin, kalıcı ve unutulmaz.
Ressam kaç para alıyor?
Ah, para ve sanat! Bir tablo milyon dolara satılır bazen, bazen de ressamı ekmeğe muhtaç eder. Van Gogh, bir resmini bile satamadan öldü ama bugün eserleri paha biçilemez. Ressamlar, parayla değil, yarattıklarıyla yaşar. Fakat günümüzde, tanınmış bir ressamın fırçası değerini bulabilir. Özetle, sanatın fiyatı yok; ama kıymeti var.
Türkiye'nin ilk kadın ressamı kimdir?
Sanatta kadın olmanın zorluğunu aşan o cesur isim: Mihri Müşfik Hanım. Fırçasıyla sadece resim yapmadı; aynı zamanda tarih yazdı. Kadınların sanat sahnesine adım attığı o ilk basamak oldu. Ressamdan çok daha fazlasıydı; bir öncü, bir ilham kaynağı.
Ressam nasıl giyinir?
Bir ressamın kıyafeti, ruhunun aynasıdır. Üzerinde boya lekeleri mi var? Bu, onun savaştan dönen zırhı. Fırçasını sallarken özgürleşir, giydikleri de tıpkı eserleri gibi sınır tanımaz. Kimisi fötr şapkayla bir asil, kimisi tulumuyla bohem. Giydikleri değil, ruhlarındaki renklerdir onları tanımlayan.
Ressamın İngilizcesi ne?
"Painter." Ama sözcük, ressamın büyüsünü anlatmaya yetmez. Çünkü “painter” sadece boyayandır. Oysa ressam, bir hayali canlandırandır. Belki İngilizcesi bu kadar; ama bir resim, her dilde aynı anlamı taşır: Sanat.